CAN DÜNDAR’IN TİYATRO SÜTUNU #45

CAN DÜNDARS THEATER KOLUMNE
Zeichnung: Serkan Altuniğne

Karikatür: Serkan Altuniğne

Für die deutsche Version hier klicken

#45 AfD’YE OY VEREN TÜRKLER: STOCKHOLM SENDROMU MU?

23 Ağustos 1973 günü Stockholm’de bir soygun oldu. Jan-Erik Olsson, bir bankayı silahla bastı, içerdeki dört banka görevlisini rehin aldı. Polis hemen binayı kuşattı, keskin nişancılar çatılara yerleşti. Medya olay yerine koştu, İsveç televizyonu ilk canlı yayınını yaptı. Olsson, üç milyon İsveç kronu verilmez ve cezaevindeki ünlü banka soyguncusu Clark Olofsson salıverilmezse kendisine kalkan yaptığı rehineleri öldüreceğini söylüyordu. Salıverilmesini istediği Olofsson hapishaneden bankaya getirildi, soygunu ve polisle yapılan müzakereleri devraldı. Kuşatma, altı güne uzadı. Polis de soyguncular da taviz vermiyordu. Bunun üzerine rehinelerde huzursuzluk başgösterdi. Rehinelerden bazıları, soygunculara karşı sempati hissetmeye, polise tepki vermeye başladı. Hatta rehinelerden biri, dönemin Başbakan Olof Palme’ye telefonda, »Soygunculardan değil, polisin bankaya girmesinden korkuyorum« dedi. Sonunda kriz, polis baskınıyla çözüldü; ama kurtarılan rehinelerin, soygunculara karşı hissettiği şefkat, yargılamalar boyunca da sürdü. Hatta bir rehine kadının, soygunculardan biriyle ilişki yaşadığı söylentisi yayıldı. Bu yaşananlar, psikiyatriye yeni bir terim kazandırdı: »Stockholm Sendromu.« Yani rehinenin rehin alana, kurbanın avcıya, mazlumun celladına âşık olma hali... Gerçeklikle bağın kopması, kötü sonuçtan korunabilmek için zulmedene yaranma çabası…


***     

Almanya’da yaşayan Türkiye toplumunun büyük çoğunluğu, göçmen karşıtı AfD’nin yükselişinden tedirgin… Yabancı düşmanlığı, İslamofobik söylemler, vatandaşlık almış olan göçmenlerin bile hala »yabancı« sayılması ve sınır dışı edileceklerinin söylenmesi, kaygıyı büyütüyor. AfD’li yetkililer uzun süredir, »İslam’ın Almanya’ya ait olmadığı«, Müslümanların Almanya’da ve Avrupa’nın her yerinde kültürel bir sorun teşkil ettiği, Erdoğan’a oy veren Türk vatandaşlarının entegrasyonun başarısızlığını kanıtladığı ve Almanya’yı terk etmeleri gerektiği gibi tezleri dillendiriyor.
 
Daha da tehlikelisi, AfD’nin yabancı karşıtlığıyla yükseldiğini fark eden hükümet ortakları, mülteci politikasını sertleştirmeye başladı; merkez partiler, oy kaptırmamak için AfD söylemine yaklaştı. Bu da bütünüyle sağa kayan bir siyasi iklim yarattı.
 
Buna karşın göçmenlerin çoğu, Alman toplumunun AfD’ye karşı gösterdiği duyarlılıktan ve tepkiden memnun. Ocak ayındaki kitlesel protestolar, göçmen toplumuna tehdit karşısında yalnız olmadıklarını hissettirdi.
 
»Peki, bunların Stockholm Sendromu ile ne ilgisi var« diyeceksiniz. Bu genellemeyi bozan bir istisna var: o da AfD’nin bazı Türklerden de destek görüyor, oy alıyor olması… Hatta AfD’ye sponsor olan Türk işadamları olduğundan bile söz ediliyor.
 
Benzer bir durum, Eylül sonu Avusturya’da yapılan seçimde de gözlendi. Avusturya Türk Kültür Cemiyeti (TKG) Başkanı Birol Kılıç, Deutsche Welle Türkçe’ye, aşırı sağcı FPÖ’ye oy veren Türkler olduğunu söyledi.
 
Neden peki? Nasıl olur da aşırı sağın hedefinde olan kitlelerin bazı mensupları, o eğilimde bir partiye oy verir? Bu, Stockholm Sendromu değil de nedir?
 
Cevap o kadar basit değil: Bir defa bunun genel bir eğilim olmadığını, küçük bir kesimden söz edildiğini belirtmek lazım. Sonra, oy verenlerin, bu partilere destek olmaktan ziyade, diğerlerini cezalandırma motifiyle davrandığını vurgulamalı…  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2017’de Almanya’daki Türkiyeli seçmenlere, “Hıristiyan Demokrat Parti’ye, Sosyal Demokrat Parti’ye ve Yeşiller’e oy vermeyin” mesajı verdiğini hatırlatalım. Geriye pek az alternatif kalıyor. Bugüne dek genellikle sosyal demokratlara ve Yeşillere oy veren Türkiye kökenli göçmenlerin çoğu, kendilerinin hala fark edilmemesinden, dışlanmalarından, sorunlarının görmezden gelinmesinden şikâyetçi…  Sistem partilerinin ihtiyaçlarına cevap veremediğinden yakınıyor, tepkilerini alternatif bir partiye oy vererek gösteriyorlar.
 
Bir başka gerekçe, Avrupa’nın aşırı sağ partilerinin, zaman içinde yabancı karşıtı söylemini yumuşatması… Örneğin Avusturya’da FPÖ, seçim kampanyasında kendisini destekleyen bazı Türkiye kökenlilere yer verdi; Türk asıllı Avusturya yurttaşlarını televizyona çıkarıp onlara neden artık sosyal demokratlara oy vermeyeceklerini anlattırdı.
 
Almanya’daki diğer partilerle koalisyon ortaklığı kuramayacağını fark eden AfD de, göçmenlerin en azından bir kısmına ulaşmak zorunda olduğunu gördü ve söylemde açılım işaretleri gösterdi. AfD yetkililerinin »Göçmen kökenliler de Almanya’ya ve partimize aittir. Seçimleri ancak birlikte kazanabiliriz« demeye başlaması bundan…
 
»Yabancı düşmanı parti« damgasını, bu söylemle yumuşatmaya çalışıyorlar. Bir başka ilginç nokta: Partinin İslamofobik söyleminin, siyasal İslam’ın baskısından kaçıp gelmiş kimi mültecilerde karşılık bulduğu da gözleniyor.
 
Geldik en ilginç bölüme: Benim de konuştuğum bazı Türkiyeli göçmenler, »yeni gelen mülteciler«den rahatsız… Afganlıların, Suriyelilerin, Pakistanlıların Almanya’ya entegre olamadığından, dil bilmediğinden, suç işlediklerinden, çocuklarına kötü davrandıklarından, sokakları kirlettiğinden vs. yakınıyorlar. »Onların işlediği suçlar, kadınlara yaklaşımları, Alman toplumunda genel bir göçmen karşıtlığına yol açıyor, bizim durumumuzu da zora sokuyor« diye düşünüyorlar. Ve »iyi entegre olmuş Türkler«i korumak için »entegre olamamış mülteciler«in geri gönderilmesi fikrini destekliyorlar. »İlk gelenler, son gelenlere karşı« görüntüsü veren bu ırkçılık türü, yeni gelen mültecileri hepten yalnızlaştırırken AfD’ye güç kazandırıyor. Bu eğilimin farkında olan AfD yetkilileri, Türk seçmenlere, »daha fazla göçü engelleyeceğimiz için bize oy vermelisiniz« diye sesleniyor; »Yeni gelenler sizden konut ve iş çalıyor« diyerek propaganda yapıyor.
 
Yabancı kökenlileri bir statü hiyerarşisi içinde birbirine düşman etme siyaseti ve »iyi yabancılar«ın, »kötü yabancılar«a karşı kışkırtılan nefreti, olsa olsa daha fazla ırkçılık anlamı taşır. »Stockholm Sendromu« kavramının doğuşuna yol açan krizin karakolda bittiğini hatırlatmaya bilmem gerek var mı?