Lesen Sie hier die redaktionell leicht bearbeitete deutsche Version.
O günü hiç unutmuyorum:
27 Eylül 2018…
Öğleden sonra, Almanya Eyalet Kriminal Polis Ofisi LKA’dan aradılar; »Yarınki basın toplantısına kesin katılacak mısınız« diye sordular.
»Evet, katılmayı düşünüyorum« dedim. Ama telefonun diğer ucundaki sıkıntıyı da hissettim.
Bahsettikleri, Almanya’yı ziyaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Başbakan Merkel’le birlikte düzenleyeceği basın toplantısıydı. Sıkıntılı bir ziyaretti. Ankara’nın, o yılın Şubat ayında, Deniz Yücel’i iade etme »jesti«nden sonra Berlin’den benim iademi isteyeceği konuşuluyordu. Alman siyaseti ise, »istenmeyen misafir«e nasıl davranacağını tartışıyordu. Bellevue Sarayı’ndaki kabulde kırmızı halı serilip serilmeyeceği konuşuluyor, bir kısım siyasetçi, Cumhurbaşkanı Steinmeier’in Erdoğan için vereceği yemeğe katılmayacağını ilan ediyordu.
Ben, 3 Eylül günü Alman Cumhurbaşkanı tarafından Bellevue Sarayı’na davet edilmiştim. Erdoğan’dan hemen önce, onun »terörist« diye suçladığı bir gazeteciyi Saray’da ağırlamak, önemli bir jestti. Ama bu görüşme, o gün basına duyurulmadı. Görüşmemiz sırasında, Türkiye’deki politik durumu ve medya üzerindeki baskıları soran Steinmeier’e bildiklerimi anlattım. Sorulduğunda da »kırmızı halı«nın Erdoğan için değil, Türkiye Cumhuriyeti için serildiğini hatırlattım.
24 Eylül Pazartesi günü avukatım aradı:
»Ankara senin için resmi iade başvurusu yapmış« dedi.
»Sence ne cevap alırlar« diye sordum.
»Olumlu cevap alamayacaklarını iyi biliyorlar. Sadece masaya koz sürüyorlar« dedi.
İki yıl beklettikleri başvuruyu Erdoğan’ın gelmesine üç gün kala yapmaları, tamamen pazarlık amaçlıydı: »Siz benden bir şeyler isteyeceksiniz, ama benim de talep listem var« mesajıydı.
Aynı gün Bellevue, Steinmeier’in benimle görüşmesini basına sızdırdı. (1)
Cumhurbaşkanlığı, tam da o gün, »İadesini istediğiniz gazeteci konusunda tamamen farklı düşünüyoruz« mesajı yolluyordu. İş, yavaş yavaş, diplomatik bir krize doğru evriliyordu.
26 Eylül’de Deutsche Welle, normal koşullarda pek tuhaf karşılanabilecek bir haber verdi:
»Can Dündar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a soru sormayı planlıyor.« (2)
»Planlıyor« mu? Bir gazetecinin, bir Cumhurbaşkanı’na soru sormak istemesi, niye haber olsundu ki? Ne yazık ki, siyasi durumum, mesleki konumumun önüne geçmişti. Haberde, Türkiye’deki tutuklu gazetecileri sormak istediğim detayı da vardı. Evet, Erdoğan’a hapisteki arkadaşlarımı soracak, Merkel’den de Erdoğan’ın, önceki yıl kendisi için yaptığı »Nazi nitelemesi«ne dair yorumunu isteyecektim.
Haber çıktığı andan itibaren gelen telefonlardan, kuliste yaşanan telaşı fark ediyordum. Buna rağmen kulak asmamaya çalıştım: Türkiye’de gazetecilik yapmam, soru sormam engellenmişti; bunun Almanya’da da tekrarlanmasına izin veremezdim.
Ama Erdoğan açısından durum farklıydı. O, karşısında hep yandaş gazeteciler gördüğü için gerçek sorulara muhatap olmaya alışkın değildi. Ziyaretten hemen önce, Türkiye’de Erdoğan yanlısı medya, propaganda atağına kalktı: Basın toplantısına katılma kararımı, »Provokasyon hazırlığı« diye niteliyorlar, gidersem korumalar tarafından salondan atılacağımı duyuruyorlardı.
LKA’nın sorusu ondandı: Erdoğan’ın korumaları buna kalkışırsa, onlar engel olmak zorunda kalacak, iki liderin korumaları karşı karşıya gelecekti.
LKA’nin aradığı gün, yani basın toplantısından bir gün önce, akreditasyon kartımı almak üzere Alman Federal Basın Dairesi’ne gittim. Görevli memur, »Sabaha kadar sizin konuyla uğraştık« deyince krizin boyutunu anladım. Büroda karşılaştığım Merkel’in sözcüsü Steffen Seibert kaygılıydı. Sonucun bir diplomatik kriz olacağını bilse bile bana, »Ne olursa olsun gel, sorunu sor« diyemezdi. »Gelme« demesi de mümkün değildi. Sıkıntının farkındaydım: Gülümseyerek, »Merak etmeyin, olay çıkarmayacağım, sadece soru sormak istiyorum« dedim. Çok sayıda gazeteci arasında, bana soru hakkı verilip verilmeyeceğinin belli olmadığını söyledi. Anlaşılan toplantıya katılabilecek, ancak soru soramayacaktım. Türk ve Alman gazeteciler ayrı yerlerde oturtulacaklardı; yer konusu da ayrı bir meseleydi.
O gece, krizi zirveye çıkaran bir gelişme oldu:
ARD’den bir meslektaşım aradı.
»Basın toplantısına gidecek misin« diye sordu.
»Evet, gideceğim« dedim.
»Türk heyeti, sana akreditasyon verilmesine çok sinirlenmiş. Sen gidersen, Erdoğan boykot edip gelmeyeceğini bildirmiş« dedi.
Erdoğan, »Ya o, ya ben« diye rest çekmişti. Türkiye’de uyguladığı sansürü, Almanya’ya yanında getirmişti.
Doğrusu bu kadar korkacağını tahmin etmemiştim. Hangi soru bir siyasetçiyi bu kadar korkutabilirdi ki?
O gece bir muhasebe yaptım:
Vazgeçmek ağırıma gidiyordu. Erdoğan’ın elinin Almanya’ya
uzandığını, Türkiye’den sonra Almanya’da da beni engellediğini belgeleyecekti bu… Resti görülmüş olacaktı.
Ama gitmekte direnirsem, iki ülke arasında bir gerginliğin sebebi
olarak gösterilecektim. Zaten basın toplantısı da olmayacak, sormak istediğim soru da sorulamayacaktı. Oysa mesele benim soru sormam değildi, sorunun cevabını almaktı. Gazetecinin işi de haber olmak değil, haber yapmaktı. Ben, iradem dışında haber olmuştum; polemiği sürdürmek, mesleki kariyerime zarar verecekti. Gitmemeye karar verdim. Bir Alman meslektaşımı arayıp hazırladığım soruyu ona ilettim; mümkün olursa sormasını rica ettim. Aslında Erdoğan’ın gösterdiği abartılı tepki, soruma cevap olmuştu: Basına duyduğu alerjiyi bütün dünya görmüştü.
Sabah 10.00’da basın mensuplarını taşıyan otobüs hareket edecekti. Meslektaşlarım otobüsten arıyor, Türk tarafının haber beklediğini söylüyordu. Son anda gitmem durumunda, Adlon Otel’de bir alternatif basın toplantısı bile planlamışlardı.
Bir tweet attım: »Toplantıya katılmayacağım, ama sorularım orada olacak. Ben bir gazeteciyim. İşim soru sormak. Erdoğan nereye giderse gitsin, sorularım peşinden gidecek« dedim. (3)
Basın toplantısı başlamadan arayan meslektaşlar, Türk heyetinin endişeli gözlerle salonu taradığını anlatıyorlardı gülümseyerek… Ben, evde televizyon başında bekliyordum. Nihayet beklenen an geldi ve DPA’dan bir meslektaşım, Erdoğan ve Merkel'e, benim basın toplantısı için akreditasyonum olduğu halde neden orada bulunmadığımı ve Erdoğan'ın geçmişte Almanya'ya yönelik sarf ettiği »Nazi serzenişlerini« sordu. Merkel, Nazi sorusunu kendine özgü üslubuyla geçiştirirken, benimle ilgili olarak şunları söyledi:
»Gazeteci Dündar konusunda belli ihtilafların olduğu açıkça ortada… Basın toplantısına katılmamaya tamamen kendisi karar vermiştir. Kendisinin durumu konusunda Türkiye Cumhurbaşkanı ile benim aramda görüş farklılığı olduğunu burada teyit edebilirim.« (4)
Merkel’den sonra söz alan Erdoğan ise, benden »bu« diye bahsederek aynen şu cevabı verdi:
»Can Dündar’ın bir ajan olduğunu, devletin sırlarını ifşa etme durumunda olan bir kişi olduğunu ve bunun, Türk yargısı tarafından 5 yıl 10 aya mahkûm edildiğini herhalde biliyorsunuzdur. Aradaki bir boşluğu fırsat bilip kaçarak Almanya’ya gelmiştir.«
İki cümleye dört yalan sığdırmıştı. Gidip bu yalanları yüzüne vurmadığıma pişman oldum.
»Ajanlık« iddiası, mahkemede delil yetersizliğinden düşmüştü.
»Devlet sırrı« dediği, kendi sırrıydı aslında… Devletin istihbarat teşkilatına, görevi olmadığı halde Suriye’deki cihatçılara silah taşıttırmıştı. Bu uluslararası suçu deşifre eden –ben dâhil- herkesi de hapsettirmişti.
Mahkûmiyete gelince: Yerel mahkemenin verdiği 5 yıl 10 aylık hapis cezası, Erdoğan bu sözleri söylemeden 4 ay önce Yargıtay tarafından bozulmuştu. Yani ortada kesinleşmiş bir karar yoktu.
Ben, »aradaki bir boşluğu fırsat bilip kaçmamıştım«, 2016 Şubatında hapisten çıktıktan sonra Cumhuriyet’teki görevime yeniden başlamış, iade edilen pasaportumla defalarca yurtdışına çıkıp Türkiye’ye dönmüştüm. Ancak tatilde haber aldığım 2016 yazındaki darbe girişiminden sonra, hukuk tamamen askıya alınınca bir süre dönmeme kararı almıştım.
Erdoğan, bu yalanlarla da yetinmemiş, »Almanya ile suçluların iadesi anlaşmamız var. Böyle bir suçlunun iadesini istemek en doğal hakkımızdır« demişti.
Gıyabımda bir pazarlığı canlı yayında izliyordum. O toplantı biter bitmez, Alman meslektaşlarımı, çalışmakta olduğum Correctiv’in ofisine davet edip cevaplarımı paylaştım. Benim sadece gazetecilik yaptığımı, Erdoğan’ın ise, muhaliflerini teröristlikle ajanlıkla suçlayan tipik bir otokrat olduğunu hepsi çok iyi biliyordu.
O akşam Bellevue’de Erdoğan onuruna resmi yemek vardı. Davetli değildim. Davetli bir Alman vekilin, »iki kişilik davetiyem var. Birlikte gidebiliriz« teklifini de kibarca geri çevirdim. Ortam yeterince gerilmişti. Polemik, akşam Saray’da da devam etti. Yemekte konuşan Steinmeier, »Almanya cumhurbaşkanı olarak, Türkiye’de siyasi nedenlerle tutuklu bulunan Alman vatandaşları için endişeliyim. Endişem, tutuklu Türk gazeteciler, sendikacılar, hukukçular, siyasetçiler ve aydınlar için de geçerli« deyince Erdoğan, öfkeyle cevapladı:
»›Aydınlar‹ deniyor. Bunların tanımını yapmak lazım... ›Gazeteci‹ deniyor; bunlar, teröre bulaşmışsa bunu savunabilir miyiz? Bunlardan biri de Almanya'ya kaçan birisidir. Bu sözde gazeteci bir boşluktan yararlanarak Almanya'ya sığınmıştır ve kendisi el üstünde tutulmuştur. Bu doğru mudur?« (5)
»El üstünde tutulmuştur…«
Sanırım Erdoğan’ın öfkesinin asıl nedeni, Almanya’nın bu tutumuydu. Konuşmasının devamında benimle ilgili iade talebini tekrar ederken, »Bakın kendileri bizden 3 tane, 5 tane, 6 tane gazeteciyi istediler. Biz onların yaptıklarını yapmadık. Yargımız bir tanesini tutuksuz yargılanmak üzere ve bir tanesini direkt serbest bıraktı« dedi. Aklındaki pazarlığı böylece ifşa etmiş oldu: Tutsak aldığı »3-5 tane« Alman gazeteciye karşılık benim iademi istiyordu.
Şimdi dönüp bakınca o kaotik günden, Erdoğan’ın dayanaksız ithamlarından ve öfke salvolarından çok, Cumhurbaşkanı Steinmeier’in Türkiye’deki tutuklularla ilgili endişesini dile getirişini ve Başbakan Merkel’in diplomatik bir üslupla beni savunuşunu hatırlıyorum. O sözler, yüreğimi ferahlatmıştı.
Son 5 yıl içinde, özellikle de Erdoğan’la yaptığı Mülteci Anlaşması nedeniyle Merkel’i çok eleştirdim. Türkiye’yi Erdoğan’dan ibaret sayan, muhalefeti görmezden gelen, yaşanan hukuksuzluk ve insan hakları ihlallerine yüz çeviren yaklaşımına itirazımı sık sık dile getirdim. Buna rağmen, ilk tanıştığımız günkü sıcak yaklaşımını da unutmama imkân yok.
O basın toplantısından yaklaşık 1,5 yıl önce, Der Spiegel’in 70. kuruluş yıldönümü kokteylinde ayaküstü sohbet ettiğimizde bana eşimi sormuş, »Hala gelemiyor mu« demişti. O dönem eşimin pasaportuna, hiçbir yasal gerekçe olmaksızın, keyfi şekilde el konmuştu. Dilek, adeta bana karşı Türkiye’de rehin tutuluyordu. Merkel’in bunu biliyor olmasına şaşırmıştım doğrusu… »Yapabileceğimiz bir şey var mı« diye sormasına da çok sevinmiştim.
Berlin Bilimler Akademisi’nde iş bulduğunda, eşiyle birlikte Friedrichstrasse tren istasyonuna yakın Marien Caddesi’nde bir evde oturduklarını okumuştum biyografisinde... Bahnhof Friedrichstrasse, Doğu ile Batı arasındaki son duraktı. Doğu Berlinliler, Batı’dan ziyarete gelen yakınlarıyla bu son durakta vedalaştıkları için buradaki salona »Gözyaşı Sarayı« adı verilmişti. Defalarca o salondan akrabalarını uğurlayan Merkel, baskı duvarlarının yarattığı ayrılığın acısını, kendi mazisinden biliyor olmalıydı. Belki de ilgisinin ardında bu hatıralar vardı.
İlgisine teşekkür edip »Ne yapabiliriz« sorusuna espriyle cevap vermiştim:
»Erdoğan’a söyleyin. Bir tek sizin sözünüzü dinliyor.«
Gülümsemiş, »Tabii ki her sözümüzü dinlemiyor« diye cevap vermişti. 4 gün sonra Türkiye’ye gidiyordu. Konuyu gündeme getirmeye söz vermişti. 2 Şubat 2017’deki o gezisinden sonra bir danışmanı arayıp, Şansölye’nin sözünü tuttuğunu, görüşmeler sırasında konuyu gündeme getirdiğini söylemişti. Ancak Erdoğan’ın inadı kırılamamıştı. Basın toplantısı krizinden sonra bizim ailenin birleşmesi hepten imkânsız hale gelecek, üstüne üstlük Türkiye’deki bütün malvarlığımıza el konacaktı.
O günlerde Die Zeit gazetesi, bir ankette, »Emekli olduktan sonra Merkel’e ne sormak istersiniz« diye sordu. Basın toplantısında soramadığım soruyu yineledim:
»Size ›Nazi‹ demiş biriyle el sıkışırken ne hissettiniz?«
Bir gün karşılaşırsak, bunu yine sormak isterim. Bunu ve o günlerde benim üzerimden dönen pazarlığı…
Şansölye’ye veda ederken, eleştirilerim saklı tutmak üzere, o günkü savunması için buradan teşekkür etmek isterim.
Fotoğraf: (1) © Stefanie Loos/DER SPIEGEL; (2) © Bundesregierung / Guido Bergmann
(1) Deutsche Welle: Steinmeier Erdoğan’ın ziyareti konusunda “illüzyona kapılmıyor”
(2) Deutsche Welle: Can Dündar Cumhurbaşkanı Erdoğan’a soru sormayı planlıyor
(3) Twitter: Can Dündar @candundaradasi
(4) Youtube: halkTV – Erdoğan-Merkel zirvesinde Can Dündar sorusu!
(5) Deutsche Welle: Erdoğan: Teröristleri korumak gibi bir lüksümüz yok