Karikatür: Serkan Altuniğne
Für die deutsche Übersetzung hier klicken
Bertolt Brecht’in doğum yeri Augsburg’da, Şair’in adına düzenlenen festivale konuk oldum geçen ay… Bu vesileyle halen müze olan, doğduğu evi gezdim. Kentin zanaatkârlar mahallesindeki »Brechthaus«un önünden ince bir kanal akıyor. O zamanlar kanalda bir su çarkı varmış; fazla gürültü yaptığı için »Bert« doğduktan kısa bir süre sonra, Brecht’ler evden taşınmışlar. Yine de bu sade bina ve çevresi, döneme dair bir fikir veriyor. Kentin varlıklı geçmişini öğrenince, Brecht’in »varlıklı insanların oğlu« olarak yetiştiği bu kentte, genç yaşta kapitalizme karşı bir dünya görüşünü benimsemesi daha da anlam kazanıyor. Şiirinde dediği gibi, »çevresine baktığında, sevmemiş sınıfının insanlarını…«, »Ve terk edip sınıfını, katılmış yoksul insanların arasına...«
Günlüğünün, çok düzgün bir el yazısıyla kaleme alınmış sayfalarında, daha 14 yaşında yazdığı, ›Her zaman şiir yazmayalım‹ notu var. Bu sözü, son nefesine kadar tuttuğunu biliyoruz. Elbette aile ve çocukluk fotoğraflarını, annesinin hayata veda ettiği yatağı, oyunlarının ilk afişlerini görmek ilginç, ama – belki seçici algılama nedeniyle – ben en çok biyografisindeki bir ayrıntıya takıldım: Tiyatro eserlerinin listesine bakarken, en bilinenlerin çoğunun sürgün döneminde yazıldığını fark ettim.
Brecht, Berlin’i 1933 yılının 28 Şubat günü, Reichstag yangınından bir gün sonra terk etmişti. Şair, önce Prag’a, Viyana’ya, Zürih’e gitmiş, sonra Paris’e geçmiş. Mayıs’ta Nazi’ler Berlin’in Opera Meydanı’nda kitaplarını yakarken o, Paris’te, Küçük Burjuvanın Yedi Ölümcül Günahı’nı (Die sieben Todsünden der Kleinbürger) yazmış. Oyun 7 Haziran’da Champs Elysêes’de sahnelenmiş.
Haziran sonu Paris’ten Danimarka’daki Fünen adasına geçmiş ve bir başka büyük eseri olacak Yuvarlak Kafalar, Sivri Kafalar’ın (Die Rundköpfe und die Spitzköpfe) yeni versiyonu üzerinde çalışmaya başlamış. Bu oyun, Kopenhag’da sahnelenirken Brecht bir yandan Horasyalılar Kuriasyalılar’ı (Die Horatier und die Kuriatier) yazıyor, bir yandan da III. Reich’in Korku ve Sefaleti’nin (Furcht und Elend des Dritten Reiches) sahneleri üzerinde çalışıyormuş.
Bunlarla uğraştığı 1935 Haziranında Nazilerin Şair’i vatandaşlıktan çıkardığını hatırlatalım. O ay Brecht, Paris’teki Birinci Uluslararası Yazarlar Kongresi’nde barbarlığa karşı mücadelenin zarureti üzerine tarihi konuşmasını yapıyordu.
1935 kışında New York’ta Ana’nın (Die Mutter) galasına katılmış.
1936’da Carrar Ananın Silahları’nı (Die Gewehre der Frau Carrar) yazmış. Bu oyun da 1937’de Paris’te sahnelenmiş.
1938’de bir başka önemli eseri olacak Galilei’nin Yaşamı’nı (Das Leben des Galilei) tamamlamış.
1939’da iki büyük eser daha gelmiş: Sezuan’ın İyi İnsanı (Der gute Mensch von Sezuan) ve Cesaret Ana ve Çocukları (Mutter Courage und ihre Kinder)… Bir radyo skeci olarak kaleme alınan Lukullus’un Sorgulaması’nı (Verhör des Lukullus) da o yıl sonu tamamlamış.
Unutmamalı ki, bu eserler yazılırken dünya savaşı patlamıştı ve Brecht, ailesiyle birlikte o ülkeden bu ülkeye Nazi’lerden kaçmak zorundaydı. 1940 Nisan’ında Finlandiya’ya geçmişler; Puntila Ağa ve Uşağı Matti (Herr Puntila und sein Knecht Matti) Eylül ayında orada yazılmış. Ertesi ay, Brecht Mülteci Diyalogları üzerinde çalışmaya başlamış.
1941’de Cesaret Ana Zürih’te sahneye çıkarken Brecht, Nazi’lerin ilerleyişine Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi (Der aufhaltsame Aufstieg des Arturo Ui) ile cevap vermiş.
1942’de Simone Machard’ın Yüzleri’ni (Die Gesichte der Simone Machard) yazmış ve film senaryosu Cellatlar da Ölür (Hangmen Also Die) üzerinde çalışmaya başlamış; Fritz Lang tarafından çekilen film, 1943’te vizyona girmiş.
1944’te Brecht, bir başka başyapıtı olan Kafkas Tebeşir Dairesi’ni (Der kaukasische Kreidekreis) yazmış.
Ve 1945’te Hitler devrilirken, III. Reich, New York’ta sahneye çıkmış.
Nazizm’in pençesinde bir ülkeyi terk edip savaş felaketini değişik ülkelerde, sürgünde yaşamış bir şairin, sürekli bavul toplayıp taşınmak zorunda iken böyle bir üretkenlik sergilemesi inanılmaz değil mi?
Augsburg’daki »Brecht Evi«nin duvarında asılı biyografiyi bir sürgün gözüyle incelerken uzun zamandır aklımda gezdirdiğim o soruyu tekrarladım kendi kendime:
»Sürgün, yaratıcılığa engel midir, kamçı mı?«
»Toprağından sökülen bir sanatçı, kendine yurt edindiği yeni topraklarda körelir mi, yoksa başka kültürlerle buluşup zenginleşir mi?«
»Evinden, ülkesinden, ailesinden uzağa düşmek, bir yazar için yeni bir hayat başlangıcı mıdır, sonun başlangıcı mı?«
Elbette soruların cevabı, geride bırakılan ülkenin durumuna, sürgüne gidilen ülkelerdeki şartlara, sürgüne çıkanın kişiliğine, yanındakilerin desteğine - ki Brecht örneğinde Margarete Steffin ve Ruth Berlau gibi sürgünde ona eşlik eden, metinlerine katkı veren kadınların rolünü özellikle vurgulamak lazım - göre değişiyor. Belli ki, »gurbet olmuş vatan«la, »hiçbir zaman vatan olamayacak gurbet« arasındaki sıkışmışlık hali, her sürgünde farklı sonuçlar veriyor. Kimi, anadilden uzaklaşıp kullanageldiği sözcüklerle kurduğu bağın zayıflamasıyla, sürgünde üretme yeteneğini kaybediyor, kimi sürgünün melankolisini ve yeni hayatın kaosunu yaratıcılığa dönüştürebiliyor. Dante İlahi Komedya’yı, Victor Hugo Sefiller’i sürgünde yazmıştı. Ancak Brecht’in 1948’de Almanya’ya dönüşüne kadarki 15 yıllık sürgün dönemindeki kısaca özetlediğim yaratıcılık patlaması, çıtayı, aşılması zor bir yüksekliğe koyuyor.t?«
Yıllar önce büyük Türk şairi Nâzım Hikmet’in sürgün yıllarının belgeselini yaparken, onun yaratıcılığının büyük ölçüde hapishane yıllarında parladığını, sürgünde ise derin bir sessizliğe gömüldüğünü fark etmiştim. Onun sessizliği, sadece yurdundan uzak düşmesinden değil, aynı zamanda, gittiği Moskova’da gördüklerinin, ömrü boyunca uğruna mücadele ettiği ideale uymamasının hayal kırıklığından kaynaklanıyordu. Belki Brecht de Doğu Berlin’e döndükten sonra benzer bir duygu yaşamıştı. Öte yandan baskı karşısında ülkesini terk etmeyip (aynı şehirde, aynı evde, ama tamamen farklı bir siyasi-kültürel iklimde) kalmayı seçenlerin, yaratıcılık krizine girip kuruyup gittiğini gösteren birçok örnek de var.
Böyle bakınca, yaratıcılığın dış şartlarla ilgili olduğu kadar, yaratıcının iç dünyasıyla da doğrudan ilgili olduğu, daha net görünüyor. Çünkü sanatçıyı göçe zorlanan baskılar, onun sadece ülkesini, şehrini, evini, dost çevresini değil, yargılarını, duygularını, hayata bakış açısını, nihayet yaratım sürecini de etkileyip değiştiriyor. Bazen »Artık yapacak bir şey kalmadı« yılgınlığı öne çıkıyor, bazen »Ülkem baskı altındayken ben burada özgürüm, daha çok üretmeliyim« diyen sorumluluk duygusu…
Neyse… Biz Brecht ustayı örnek alıp kalemi sivriltmeye devam edelim.