Karikatür: Serkan Altuniğne
Für die deutsche Übersetzung hier klicken
Türkiye’nin aşırı milliyetçi partisi MHP’nin Genel Başkanı, »bozkurtların lideri« Devlet Bahçeli, Eurovision şarkı yarışmasından sonra Meclis’te yaptığı konuşmada dünyada yaşanan »değerler anarşisi«ne değindi. Yükselen maddiyat düzeyinin maneviyata yansımamasının »ahlak krizleri«ni tetiklediğini ve kitleleri »sapkın eğilimler«in pençesine düşürdüğünü söyledi. Kanıt olarak da Malmö’deki yarışmanın bir ahlaki çöküş propagandasına dönüşmesini gösterdi. Bahçeli’ye göre »erkekle kadın arasında kalmış üçüncü bir türün tedavüle çıkması, kokuşmuşluğun boyutlarını gösteriyor«du.
Bitmedi; Bahçeli dayanamayıp detaylara girdi:
»Marjinalliğin dozajı korkunç düzeylerdedir. Batı’nın çürüyen toplum ve kültür yapısı adeta sahne almıştır. Birinci olan İsviçreli erkek sanatçının tüylü ceket, bol makyaj ve pembe saten etekle yarışmada boy göstermesi, utanç verici bir yozlaşmanın teyidinden başka bir şey değildir.«
Milliyetçi-muhafazakâr bir siyasetçinin, Malmö’deki bir şarkı yarışmasının İsviçreli finalistini Ankara’da bu kadar yakından incelemiş olması dikkate değer tabii… Milletvekillerinin coşkuyla alkışladığı bu konuşmayı dinlerken, »İyi ki Bahçeli Berlin’de yaşamıyor« diye düşündüm önce; sonra »Acaba Berlin’de yaşasa bazı şeyleri farklı mı görürdü« diye geçirdim aklımdan…
Her neyse; konumuz o değil; konumuz, dünyanın en uzun süren ve en çok izlenen şarkı yarışmasının, Türkiye’de onyıllardır devam eden bir toplumsal-siyasal-kültürel tartışmanın odağına yerleşmesi…
Bu tartışmalara geçmeden önce yarışmanın nasıl başladığından söz edelim:
Eurovision şarkı yarışması, Batı Avrupa’daki kamu
televizyonlarının 1950’de oluşturduğu Avrupa Yayın Birliği (EBU) tarafından 1956’da başlatıldı. Soğuk savaş yıllarıydı. Batı, bir yandan savaşın yaralarını sarmaya çalışıyor, bir yandan da uluslarüstü bir Avrupa kimliği oluşturmaya çalışıyordu. Her ülkede aynı anda yayınlanacak bir eğlence programı, farklı halkları aynı heyecana ortak edebilirdi. BBC’nin 2011’de hazırladığı Eurovision’un Gizli Tarihi belgeseline göre yarışmanın bir amacı daha vardı:
Duvarın doğusundaki seyirciye, Batı’da yaşayanların nasıl da mutlu bir yaşam sürdürdüğünü göstermek...
Doğu Avrupa, önce Eurovision’un duvarın doğusunda izlenmesini engellemeye çalıştı, beş yıl sonra da bu kıskandırma hamlesine, Sopot Müzik Festivali ile cevap verdi. Şimdi müzik yarışmaları arasında da bir duvar yükseliyor, duvarın iki yanındaki iki dünya, adeta birbirine notalarla ateş ediyordu.
Türkiye o dönem bu savaşın dışındaydı. Batı’nın askeri ittifakı için devasa bir ordu beslemesine rağmen, ekonomik birliğin bir parçası olamamış, ortak kültürel kimliğin ise yanına bile yaklaşamamıştı. Her ne kadar Cumhuriyet, bir Batılılaşma, modernleşme hamlesiyse de bugün Bahçeli’nin konuşmasında somutlaşan »yozlaşmış Batı kültürü« algısı, muhafazakâr zihinlerde hala canlıydı. Toplumun geniş bir kesiminde, »Batı’nın tekniğini alıp ahlakına uzak durmak« fikri yaygındı. Toplumun modern kesimleri ise çoktandır Batı müziği dinliyor, Batılılar gibi dans ediyor, »Batı’nın ahlakı«na daha yakın duruyordu.
Türkiye 1975’te ilk kez Eurovision şarkı yarışmasına katıldığında yüz yıllık bu tartışma bir anda alevlendi. İlk yarışmacı, 17 yaşındaki Semiha Yankı idi. Şarkısında »sevmenin bir ömür, ama sevişmenin bir dakika sürdüğünden« söz ediyordu. Yarışma için üzerine folklorik bir basma entari giydirilmiş, »Türk kadını sarışın olmaz« diye sarı saçları siyaha boyanmıştı. O yıl Stockholm’de düzenlenen yarışmada Yankı, sadece üç puan alarak sonuncu oldu.
Türkiye’de ekran başında umutla sonucu bekleyenler kahroldu. Dünya çapındaki 800 milyon seyirci önünde tam bir hezimet yaşanmıştı. Büyük tartışma hemen başladı: Kimileri fiyaskodan şarkıyı, şarkıcıyı, kıyafetini, saç modelini sorumlu tuttu, ama hemen herkes bu sonucun »Batı’nın Türkiye düşmanlığı«ndan kaynaklandığına emin gibiydi. »Türk ve Müslüman kimliğiyle Hristiyan Batı ile yarışa girmek, zaten baştan kaybetmek demekti«. Avrupa ailesinin üvey çocuğuydu Türkiye; elbette kaybedecekti.
Şarkı seçimi, parlamentoda bir soru önergesine konu oldu.
Dönemin popüler dergisi Ses, yarışma sonucunu »Haçlı zihniyeti sürüyor« diye yorumladı. Yarışma, Türk ordusunun 1974’teki Kıbrıs müdahalesinin hemen ardından düzenlenmiş, Yunanistan, Türkiye’nin katılımını protesto ederek yarışmadan çekilmişti. Türkiye’deki birçok insan gibi, İngiltere’de yayınlanan Melody Maker dergisi de sonucu, Kıbrıs nedeniyle Avrupa’da uyanan Türkiye antipatisine bağladı.
Türkiye’yi Avrupa’ya yaklaştırma amacıyla girilen yarışma, tam ters bir sonuca yol açmış, toplumda Batı küskünlüğü yaratmıştı. Sonraki yıllar, »Yeterince Batılı olmadığımız için kazanamıyoruz« diyenlerle, »Batı taklitçiliği yüzünden kimliğimizi kaybediyoruz« diyenlerin tartışmasıyla geçti.
Türkiye, izleyen iki yıl yarışmaya katılmadı. Cesaretini toplayıp yeniden yarışmaya başladığında da ayağındaki siyasi prangayı çözemedi. 1979’da yarışma, İsrail’in o günkü başkenti Kudüs’te düzenleniyordu. Tam petrol krizinin ortasında Arap ülkelerinin baskısına dayanamayan hükümet, son anda yarışmadan çekildi.
1983’te sıfır puanla sonuncu olan Çetin Alp, hezimetten şarkısını değil, adını sorumlu tuttu: »Adım ›Michael‹ olsaydı sonuç farklı olurdu« dedi.
1984’te yarışan şarkıcı 12’nci olunca dönemin Kültür Bakanı, »Hükümetimizin başarılı politikaları sayesinde puanımız arttı« açıklamasını yaptı.
1987’de Türkiye yeniden sıfır puana düştü. Dönemin Başbakanı Turgut Özal, »Herhalde birinci olmak için Hıristiyan olmak lazım« dedi.
Buna rağmen Türkiye yarıştan çekilmedi; her seferinde umutla yarıştı; ama çeyrek asır boyunca nadiren son sıralardan yukarı çıkabildi.
Ta ki 2003 yılına kadar…
2003’te artık »yeni bir Türkiye« vardı. AKP iktidara gelmiş, Erdoğan, Avrupa Birliği’ne tam üyeliği, »öncelikli hedef« ve »modernleşme sürecinin doğal sonucu« ilan etmişti. »Avrupa ile barışık Müslüman lider« makyajını göstermek için Eurovision, ideal bir sahneydi. Türkiye o yıl, Türkçe ısrarından vazgeçti; iç kamuoyundaki muhafazakâr tepkilere rağmen İngilizce bir şarkıyla yarıştı. Yarışma için seçilen şarkıcı Sertab Erener kararı, »Dünya pazarı bunu gerektiriyor« diye savundu.
İstanbul Galata Üniversitesi’nden Mihalis Kuyucu, o yıl yarışan Every Way That I Can şarkısını incelediği makalesinde Batılı motiflerle bestelenen şarkıda egzotik Türk öğeleri kullanılarak melez bir tarz yaratıldığına dikkat çekiyor.
Tam oryantalistlerin Türkiye tarifi gibi: »Modern ile arabeskin egzotik karışımı…«
Ama Kuyucu’ya göre 2003’ün başka anlamları da vardı: Yaşanan teknik gelişmeler sayesinde geleneksel jüri sistemi değiştirilmiş, 1997’den itibaren, izleyenlerin doğrudan telefonla istedikleri şarkıya oy verme sistemi getirilmişti. Bu »televoting« sistemi sayesinde Avrupa’da yaşayan Türkiyeli nüfus, yarışmaya ağırlık koyabilmişti. Almanya başta olmak üzere en yüksek Türk nüfusuna sahip ilk beş ülke, 2003 yılındaki yarışmada, Türkiye’ye en yüksek puanları vermişti.
Ayrıca o yıl Türkiye, Kıbrıs sorununda çözüm için adımlar atmıştı. Bu sayede yarışma tarihinde ilk kez Kıbrıs’tan oy almıştı. Rum kesiminin temsilcisi oyunu açıklarken »Kıbrıs’a barış, Türkiye’ye sekiz puan« demişti.
En önemlisi, yarışmadan iki ay önce başlayan ABD’nin Irak işgalinde Türk parlamentosu Amerikan ordusunun Türkiye’deki üsleri kullanma talebini reddetmiş ve Avrupa’da sempati toplamıştı. Amerikan kültürüne karşı kıta Avrupası kültürünü öne çıkaran yarışmada işgalde ABD’nin safında olan İngiltere sıfır puanla sonuncu olurken, bütün ekonomik destek vaatlerine yüz çevirip ABD’ye »hayır« diyen Türkiye 167 puanla birinci oldu.
Tabii bu zafer, Avrupa’da »Türkiye’nin yeni liberal lideri« olarak sahneye çıkan Erdoğan’a büyük bir propaganda fırsatı sundu. Yeni Başbakan, aşırı bir iyimserlikle, »Bu sonuç, Türkiye’nin AB sürecini hızlandıracaktır« yorumunu yaptı. Çok satışlı Hürriyet gazetesi haberi manşetten verirken, »Avrupalı olduğumuzu ispat ettik« diye yazdı. Muhafazakâr basına göre de Türkiye bu sonuçla »Avrupa’yı fethetmişti«. Bu coşku seline Batı basınından da katılanlar oldu. The Times’a göre, »Hasta adam ayağa kalkmış«tı.
Sonraki 10 yılda Türkiye başarısını sürdürdü. Yedi kez ilk 10’da yeraldı. Pek çok yarışmacı, Eurovision sayesinde üne kavuştu. Ancak 2013’ten itibaren Türkiye’nin yıldızının sönmeye başlamasıyla »büyük Eurovision atağı« da hız kesti. 2013’te Gezi olaylarıyla birlikte Türkiye, otokratik bir rejim çizgisine girdi. Erdoğan, Batı’nın kendisini devirmeye çalıştığı vehmine kapıldı. »Hıristiyan dünyası Müslümanlara karşı« söylemi siyasi gündeme geri döndü.
O yıl, Türkiye jüri sistemindeki kural değişikliklerini ve politik oylamaları gerekçe göstererek yarışmadan çekildi. Bir daha da geri dönmedi. Tıpkı o yıl zedelenen Avrupa’yla bağlarını bir daha düzeltemediği gibi… Son yarışmadan sonra milliyetçi Devlet Bahçeli’nin İsviçreli şarkıcının eteğine atıfla, »Bunun adı çağdaşlıksa, batsın böyle çağdaşlık. Bunun adı modernlikse, olmaz olsun böyle modernlik« sözleri, gelinen noktadaki ruh halini sergiledi.
Türkiye’nin Eurovision macerası gibi, Batı’yla ve Batı kültürüyle yakınlaşması da AKP’nin çıkışı ve batışına paralel bir seyir izlemişti.
İsviçreli Nemo, tüylü ceket ve saten eteğinin Türkiye’de bu kadar büyük bir toplumsal kopuşa neden olacağını bilse, başka bir şey giyer miydi acaba?