Can Dündar
Geçen sene yaz aylarında arte için belgesel hazırlayan Hedwig Schmutte’den bir mesaj aldım. Bertolt Brecht’in sürgün dönemi üzerine çekeceği bir belgeselde konuk olmamı istiyordu. (1)
Gençlik yıllarımdan itibaren Brecht’in neredeyse tüm oyunlarını izlemiş, şiirlerini okumuş, kitaplarını saklamışımdır, ama elbette bir Brecht uzmanı değilim.
»Neden ben« diye sordum.
»Sizin perspektifinizin, Brecht’in yaşadıklarını anlamak için yol gösterici olabileceğini düşünüyoruz« dedi.
Buluştuğumuzda bir fotoğraf gösterdi:Brecht’in, Berlin’i terk etmeden önce çektirdiği son fotoğrafı…
Tarih, 28 Şubat 1933 olmalı… Reichstag yangınının hemen ertesi günü…
Şair, henüz 34 yaşında. Şık giyinip hazırlanmış, kütüphanesinin önündeki çalışma masasına oturmuş, »bavulu hazır«, veda anını bekliyor.
Belgeselin yönetmeni Hedwig Schmutte, »O an, o odada ne hissediyor olabileceğini en iyi sizin ifade edebileceğinizi düşündük« dedi.
Doğrusu ben, evimden ayrılırken, belirsiz bir süre o odaya dönemeyeceğimi bilmiyordum. Brecht, Alman parlamentosunun yakılmasından bir gün sonra terk etmişti Berlin’i; ben Türkiye parlamentosunun bombalandığını yurtdışındayken haber almıştım. 2016’daki o darbe girişimini izleyen cadı avı nedeniyle ülkeme dönemedim. Dolayısıyla, evimle, odamla, kitaplarımla vedalaşma, masamda son bir veda fotoğrafı çektirme şansım olmadı. Ama Brecht’in o an ne hissettiğini tahmin etmek zor değil:
»Yurtdışına çıkarken yakalanır mıyım?«
»Yakalanırsam başıma neler gelir?«
»Arkada bıraktıklarım ne olacak?«
En çok da, »Acaba bu gidişin dönüşü olacak mı?«
Stefan Zweig, ünlü »Günlükler«ini şöyle noktalar:
»Eşyalarımı topladım, hazırlandım. (..) Avrupa’nın işi bitti. Dünyamız çökertildi. İşte şimdi tam anlamıyla vatansızız.«
Sevdiği ülkeyi, yetiştiği toprağı, oturduğu evi, yakın çevresini terk etmek herkes için acıdır. Ama bir yazarın, eserler verdiği dil coğrafyasından, zihnini besleyen kütüphanesinden kopması da, derin yaralar açar ruhunda... Kütüphanesiz kalan yazar, hafızasını yitirmiş bir âlim gibi boşluğa düşer. Sürüldüğünüz yeni şehirde, yeni evinize, geçici bir yatak, ikinci el bir koltuk, kullanılmış bir televizyon alabilirsiniz; kütüphane öyle mi? Her kitabın bir hatırası vardır: Aldığınız, okuduğunuz yılı, hediye edeni hatırlarsınız. Kenarı kıvrılmış sayfalarda, altı çizilmiş satırlarda, dünkü sizi bugünkü siz yapan cümleler saklıdır. Sayfalar arasında unutulmuş bir karanfilde eski bir aşkın kokusu vardır.
Dijital nesil, bütün kütüphaneyi bir hard diskte yanında taşısa da bizim kuşak için, hangi kitabı, hangi rafında sakladığını ezbere bildiğimiz kütüphane, bir tapınaktır. On yıllar içinde kitap kitap örülmüş, yazarına koza olmuş, kâğıttan bir tapınak…
İşin daha da acı yanı, siz gittikten sonra kitap düşmanları o tapınağa baskın yapar. Kütüphanenizi hoyratça devirip kitaplarınızı elden geçirir. Size o »korkunç düşüncele« i yazdıran »sakıncalı eserler«i toplayıp giderler. Bazen Brecht gibi, kitaplarınızın bir meydanda yakıldığını öğrenirsiniz, bazen benim gibi, toplatılıp imha edildiğini…
Ama sürgünün, yanında taşıyamadığı o kitaplar, sürgünü ebediyete taşır. Puşkin’den Dante’ye, Edward Said’den Stefan Zweig’e, Nazım Hikmet’ten Herta Müller’e kadar birçok yazar, sürgünde başyapıtlar çıkarmış, bir »sürgün edebiyatı« yaratıp devasa bir »sürgün kütüphanesi« oluşturmuştur.
»Ne gerek var duvara çivi çakmaya/
at ceketini iskemleye gitsin/
yarın nasılsa döneceksin/
Dört gün için değer mi plan yapmaya…?«
Brecht, »dört gün için değer mi« dizesini yazdığında dört yıldır sürgündeydi. Beklediği »yarın«ın gelmesi 15 yıl sürdü. Ben, bugün sürgünlüğümün yedinci yılında, her duvara çivi çakışımda, bu şiiri anımsıyorum.
Sürgün, bir bekleme odasıdır. Şair’in deyişiyle, »Ana dilinizde yazılmış bir haber«in sizi ülkenize geri çağıracağı günü hasretle bekler durursunuz. O bekleyişte kimileri Nâzım Hikmet gibi yeni ülkesinde, sıfırdan bir kütüphane kurar kendine, kimileri Bertolt Brecht gibi diyar diyar, şehir şehir savrulur yeryüzünün dört bir köşesine… »Başka bir kıtaya pasaport beklemekten bitkin düşer«. Hedwig Schmutte’nin geçen ay yayınlanan belgeseli, Brecht’in bu sancılı sürgün yıllarını, bütün detayıyla anlatıyor.
Kendisi de bir sürgün olan Adorno, artık evi olmayanlar için »yazı«nın yaşanacak yer haline geldiğini söylemişti. Çoğumuz, o »yazı ülkesi«nin yurttaşlarıyız; pasaportumuz, kitaplarımız…
Berlin’de ilk ziyaret ettiğim yerlerdendi, »Brecht Evi«… Yüksek tavanlı o aydınlık dairede, son nefesini verdiği odayı gezmiş, pencere kenarındaki küçük çalışma masasını, masanın üzerindeki Olivetti’sini, başucunda saygı nöbeti tutan son okuduğu gazetesini, 4 bin kitaplık kütüphanesini incelemiştim.
Almanya’ya dönmesi 15 yıl almıştı ama umudu, rasyonalitenin önünde koşturuyordu hep… Sürgün Süreci üzerine Düşünceler şiiri, o sönmeyen dönüş hayalinin şarkısıdır:
»Sulamasan da olur o fidanı/
niye bir ağaç daha dikeceksin ki/
bir karış boy atmadan daha/
buradan gideceksin ki…«
Şiiri yeniden okurken şimdi, balkona diktiğim fidana baktım. Birkaç karışı bulmuş boyu… »Ana dilimde beklediğim haber« de gecikti. Kütüphanem ne haldedir acaba?
__________
(1) arte-belgesel filmi: Bertolt Brecht - Flüchtlingsgespräche